Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Gündüz vaktinde bile zifiri karanlık, duvarlarına uzun biçimsiz uğursuz gölgelerin vurduğu, şatoda yaşayanların inanışına göre, kötü ruhların, hayaletlerin kol gezdiği Otranto Şatosu...
Bahsi geçen şatoyu(villa) yazarımız Twickenham’da bulunan Çilek Tepesine Gotik mimarisi ile yaptırmıştır. Ki kendisi bir yazar olmanın da ötesinde bir sanat tutkunu bir koleksiyoncudur. Şatoyu tepeden tırnağa gotik esintilerle döşedikten sonra, kütüphanesini bulabildiği en değerli kitaplarla doldurmuştur. Bunun ardında gotik mimarisini yeniden canlandıran şatosunu ziyarete açmıştır. Burada gördüğü bir rüyadan da Otranto şatosu doğmuştur.
Bu kitap batı dünyasında gotik esintilere öncü olmuştur. Birçok yerde ise ilk gotik roman olarak kabul edilir. İçerisindeki gotik öğeler doğaüstü güçlerle kendini gösterir; Hayaletler, hareketlenen portreler, şeytanla yapılan anlaşmalar... Günümüzdeki gotik romanlardan çok farklı olmasının yanı sıra günümüzden bir gözle baktığımızda çoğumuzun beğenmekte zorlanacağı bir kitap olabilir. Aynı zamanda roman, erken dönem Alman romantizmi esintilerine de bolca sahip. Anlatım dili sıkıcı, konuşmalar uzun, olaylar ise oldukça kısa anlatılmış ve okudukça içinizi bayabilir. Bu yönünden eğer bir tiyatro eseri olsaymış, o uzun konuşmalar enfes birer tirat olabilirmiş dediğim bir kitap. Bunun dışında karakterler boyutsuz, yüzeysel ve klişe. Ama filizof edası veren Theodore'a ısınacağınızı düşünüyorum.
Ama bu kitaba bu şekilde bakmak ona yapılan büyük bir haksızlık olur. Günümüzden 250 yıl önce yazıldığını unutmamak ve kitaba bu şekilde yaklaşmak gerekir. Dönemin ortamı işin içine katıldığında saygın bir din adamına bu şekilde yaklaşan bir Lord kabul edilemez sayılacaktır. Bununla kalmamakla birlikte içeriğinin yeniliği ve sıra dışılığı açısından da dönemine göre oldukça cesur bir roman. İçinden kime niyet kime kısmet türünden olaylar geçtiğinden zamanın eleştirimenlerinden sert çıkışlar almış yazar. Gene döneminden ötürü ataerkil toplumun biçtiği rollerin yansımasını rahatça görebilirsiniz. Okurken içime daral getiren pasif kadın karakterlerden bahsetmiyorum bile.
Gene de ilklerden olduğundan, birçok sanatçıyı etkilemiş olduğundan ötürü gotik sanatına ilgili herkesin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum.
“Otranto prensi Manfred’in bir oğlu, bir de kızı vardı: kızı, bakirelerin en güzellerinden olan, 18 yaşındaki Matilda’ydı. Matilda’dan üç yaş küçük olan oğlu Conrad ise gösterişsiz, hastalıklı bir gençti ve umut vaat eden bir hali olduğu söylenemese de, Matilda’ya hiçbir zaman sevgi belirtisi göstermeyen babasının gözdesiydi. Manfred, Vicenza Markisi’nin kızı Isabella ile oğlu Conrad’ın evlenmeleri hususunda bir anlaşma yapmıştı..."
Okurken çok duygu değiştirmiştim, bence de gotik kültürüne ilgisi olan herkesin okuması gerekiyor.
Adi Manfred.. aklıma geldikçe sinir oluyorum şu adama.
Bordo - siyah yayınevinden okumuştum, önsöz kısmı bilgilendirici ve ilgi çekici.
Otranto Şatosu, gotik romanın edebiyat tarihinde kabul görmüş ilk örneğidir. Gotik bir mimari ile birleşmiş labirentlerin ve klostrofobik odaların oluşturduğu bütün, Horace Walpole’ün gotik korku dünyasının temel kurucu öğesini oluşturur. Bu mekân, türde, genellikle bir şato, bir manastır, bir kadınlar manastırı ya da harabelerin içindeki bir zindan olarak karşımıza çıkar. Bu mimari mekân gotik romanın psikolojik entrikalarının geçtiği yer olarak, onların ayrılmaz parçasını oluşturur; akıl dışı, denetlenemez olan, fiziküstü ya da doğaüstü dediğimiz dünyadan gelip bu tekinsiz mekânlarda sadece roman kahramanlarını değil okuru da korkutur.
ÖNSÖZ
Yayınevimizce daha önce yayımlanan ve bilimkurgu edebiyatının öncüleri olarak değerlendirdiğimiz gotik-fantastik romanlara (Ay’a Seyahat, Vathek, Frankenstein) yazdığımız önsözlerde, gerek bir başlangıç sayılabilecek gothic novels’ı gerekse fantastik, korku türlerini bilimkurgunun öncüleri olarak değerlendirmiş, aklın kavrayabildiği alanın ötesinde tekinsiz, meşum, ürkütücü, kavranamaz olanın sularında gezen bu metinleri, “aydınlanma aklının” tanımladığı dünyaya bir tepki, aklın güvenilirliğine duyulan bir kuşku olarak yorumlamıştık. Aydınlanma aklı, toplumun (insanlığın) bütününe yaptığı vaatleri yerine getirme konusunda, bu aklın asıl garantörü olan burjuva sınıfıyla birlikte yetersizliklerini sergiledikçe, burjuvazinin aydınlanmanın ideallerinden bizzat korkar duruma düşmesi, bu korkunun, dışa dönük bir endişeyle tamamlanması da söz konusuydu. 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, “dış” korkusu, bugünün diliyle söyleyecek olursak, bilinçdışının uçurumlarından gelen ürkütücü her şeyle birleşerek burjuvazide, tehdit dolu, iktidarını ve varoluşunu her an sarsabilecek, akılla denetlenemez bir dış ile karşı karşıya olduğu endişe ve duygusunu güçlendirmiş, edebiyatta serüven ve yolculuk temaları yerlerini egzotik, tehdit dolu dünyalara yapılan tehlikeli yolculuk öykülerine bırakmıştır.
Öte yandan, az çok bu yoruma eklemlenebilecek bir başka yorum da, gotik’i, “aydınlanmaya” bir tepki olarak görmektedir. Akıl çağı olan aydınlanma çağı, beraberinde bir tür günah çıkarma ikilemini de getirmişti. Akılcılık dini yerinden etmiş, evreni, sosyal hayatı, özellikle de doğaüstü sayılan fenomenleri açıklamaya yönelirken dinin dogmaları ya da yaradılış mitosları yerine kendi akılcı, bilimsel yöntemlerini koymaya çalışmıştı. Akıl ile akıl dışı olan arasında gidip gelen belirsiz gotik yapıtlar ise, (Kant’ın bilgi teorisinde, hakkında deneyim edinemediğimiz için akla/bize kapalı olduğunu söyleyeceği) huzursuzluk yaratan, endişelendirici, dünyaya, akıl denetimine izin vermeyen tekinsiz bir âleme girme, orada olup bitene ilişkin bir açıklama getirme bakımından, anlaşılır bir boşluğu doldurmuşlardır (Fred Botting).
Tarihin en büyük devrimlerinden birini yapmış, sonra da bu devrimlerin ideallerine ters düşmüş bir sınıfın kendi çelişkileri üzerinden giderek gotik romana ya da fantastik romana ve bilimkurguya bir “giriş” yapmak, bir bakıma, bu türe genel psikolojik bir yorum getirmek, elbette, gotik romanın ya da benzer türlerin içerdiği açılımları tüketmez.
Kamusal Alanın Dönüşümü
Korku ya da fantastik özelliği belirleyici olan sanat ürünleri, sadece edebiyatta değil, resimden günümüzün sinemasına kadar psikanalizin bulunmaz uygulama alanlarını oluştururlar. Elbette bu, ancak geriye dönük bir inceleme olarak mümkün bir uygulamadır. Psikanalizin çeşitli bulguları ya da tezleri, göstergebilimin araçlarıyla harmanlanıp fantastiğin (rüyanın), korkunun (endişenin), ölüm/öldürme dürtüsünün, ensestin, ödipal takıntıların, meşum olanın mıntıkalarında yorumlar ve açıklamalar getirmeye çalışırlar. Bu açıklama girişimlerine, 17.-18. yüzyıl toplumsal hayatına ilişkin tayin edici özelliklerin öykülerdeki, romanlardaki izdüşümlerini, simge, allegori, motif olarak metinlere yansımalarını bulma girişimlerini de ekleyebiliriz. Bunların arasında bizce en ilginç olanı, Alman çağdaş düşünürü Jürgen Habermas’ın, popüler tez metni “Burjuva Kamusal Alanının Yapısal Dönüşümü” çalışmasındaki modelleştirmeye dayanarak gotik roman üzerine yapılmış inceleme olsa gerektir. Habermas, İletişim Yayınları’ndan çevirisi çıkan bu metinde, politik alanın doğuşunu, toplumun kendi içindeki kutuplaşmalarına bağlayarak açıklamaya çalışır. İlkçağ Yunan site-devletlerinden başlayarak, feodal formasyonların üzerinden geçip burjuva kamusal alanının ortaya çıkışına kadar sosyal kutuplaşmaları tanımlayan Habermas’ın modelini, 18. yüzyıldaki haliyle, kamusal alanın bölünmesi olgusunu, Otranto Şatosu’na uygulayan çalışma (Aalborg Üniversitesi, Danimarka, 1998, Carsten Hammer Andersen, Lars Christensen, Mads Orbesen Traest), gotik romanın, kamusal alan kutuplaşmasına nasıl denk düştüğünü incelerken 18. yüzyıl burjuva toplumunun kamusal alanda yol açtığı dönüşümlerin edebiyata, dolayısıyla da Otranto Şatosu’na yansıdığı iddiasını kanıtlamaya yönelmiş. Tez, iddiasını doğrulayarak, gotik romanın bir başka düzlemde de, dönemin sosyal gerçekliğine karşılık geldiğini göstermeye çalışıyor.
Sosyo-psikolojik diyebileceğimiz bir yöntemle gotik romana, özellikle de bu romanın vazgeçilmez mekânı olan şato, kale olgusuna yaklaştığımızda gözümüzü ünlü İngiliz korku yazarı Ann Radcliffe’e çevirebiliriz.
Şato: Kadının Dış Korkusu
Otranto Şatosu’nun yayın yılı olan 1764’te doğmuş olan ünlü İngiliz korku öyküleri yazarı Ann Radcliffe’in (1764-1823) anlatılarında mekân imajlarının, özellikle de şatoların işlevleri üzerine birçok eleştirinin birleştiği görüş, şatonun, 18. yüzyılın orta-sınıf kadınının yaşadığı kapalı, sınırlı hayatın bir göstergesi olduğu şeklindedir. Duvarlarla, çitlerle çevrili olma imajı, kadın yazarların, kadının güçsüzlüğü duygusunun, tekinsiz, kavranamaz, yabancıların cirit attığı bir mekânda yaşama korkusunun yansıması olarak yorumlanır (Sandra M. Gilbert, Susan Gubar). Labirentler ve klostrofobik mekânlar, gotik mimari ile birleşip, Walpole’ün romanından itibaren, gotik roman türünün adeta alameti farikası olmuştur.
“Gotik”: Kavramın Kökeni
Shelley’in Frankenstein romanının, edebiyatın gelişim çizgisi içinde gothic novels’ın bir uzantısı olduğunu, bu İngiliz korku türünün, 18. yüzyılda en gelişmiş aşamasını yaşadığını daha önceki önsözlerde belirtmiştik. Gotik roman, İngiltere’de, 1760’lardan itibaren edebiyat zevkine hitap eden, hatta bu zevki belirlemeye başlayan bir türdü. Geç Ortaçağ’dan gelen gotik üslubun süsleme tarzı, 18. yüzyılın ortasında bir bakıma başka bir alanda, edebiyatta korunmuş, Ortaçağın, Katolik dininin ve batıl inançların kaleleri, şatoları, edebiyat sanatı içinde, aynen postmodernin kendisinden önceki birikimlere yaptığı gibi yağmalanmış, aklı kendine kılavuz edindiğini düşünen “aydınlanmış” bir (burjuva, özellikle de kadın ağırlıklı) okur kitlesinde ürperti, korku ve endişe yaratma yolunda kullanılmıştır. ‘Gothic’ ya da bizim dilimizdeki şekliyle gotik, kimi iddialara göre, 5. yüzyılda İngiltere’yi istila etmiş bir Alman kolunun, Jute’lerin, 17. yüzyılda yanlış bir varsayımla Got’lar olarak özdeşleştirilmelerinden kaynaklanan bir kavramdır. Bu Germen kolunun alabildiğine kaba, vahşi, barbar olduğu anlayışı, gotik’e bu sıfatları yakıştırdığı gibi, 18. yüzyıldaki anlayış, kavrama başka özellikleri de eklemiş; hatta İngiliz politik hayatı geleneğine, hukuku, özgürlüğü ve parlamenter haklar anlayışını sokanlar Got’lar olarak görülmeye başlanmıştır. 18. yüzyılla birlikte gotik barbarlık, zevksizlik, kaba süsleme gibi sıfatlarını unutturup, kibarlık, şıklık, zarafet, serinkanlılık ve duygusallık anlamlarını içermeye başlar. (Bu yeni gotik anlayışı, Almanya’da Goethe’nin Alman Mimarisi ve bir özgürlük oyunu olan Berlichingenli Götz dramasıyla birlikte “Almanya’ya özgü” bir gelişim izlese de, orada ulusal kurtuluş hareketinin düşünceleri ve romantizm ile birleşerek kendine özgü bir yol izler. (E.T.A. Hoffmann çevirilerine sıra geldiğinde, bu konuya bir daha dönmeyi umuyoruz.)
Gotik modasının İngiltere’deki başlatıcısı olarak kabul edilen Horace Walpole, romanına yazdığı önsözlerden de anlaşılacağı gibi, “gotik” sıfatını (en azından ilk baskıda) kullanmaz. 1760 yılında, klasikçi inşa tarzına uyarak Strawberry Hill’deki kırsal villasını “gotik” tarzda yeniden inşa ettirmiş ve içini de buna uygun biçimde döşettirmiş, evini ziyaretçilerin eksik olmadığı bir tür müzeye dönüştürmüştür. Dönemin ilk korku ve ensest ilişki tragedyası olan The Mysterious Mother’ı (Esrarengiz Anne) bu dönemde kaleme almış, oyun, ünlü Alman ozanı ve düşünürü Schiller’i etkilemiş ve Die Braut von Messina (Messinalı Gelin) oyununa esin kaynağı oluşturmuştur. Otranto Şatosu, Walpole’ün ikinci çalışmasıdır.
Romanda, şatoyu ve mülkünü, haksız yere el koyan kişinin elinden alıp gerçek sahiplerine iade etmek için, Walpole, doğaüstü güçleri harekete geçirir.
Gotik öğeler burada, doğaüstü, duyumlanabilir dünyanın ötesindeki güçlerin temsilinde kendini gösterirler (Hayaletler, şeytan ile işbirliği yapan insanlar, kendiliğinden çalan çanlar, vb.). Doğaüstü güçler insanların (akli) dünyasına hâkim olup kendi yasa ve kurallarına göre hareket ettikleri için, denetlenmeleri de güçtür.
Korkunun Kaynağı Değişiyor
Gotik romanın bu ilk versiyonu, çok geçmeden dönüşümlere uğramış, doğaüstü, gerçek anlamda doğrudan varolmak ya da harekete geçmek yerine, kötü niyetli, şeytani bir varlığın hileleri ya da bir kaçığın aracılığıyla, hatta tesadüfi bir etki sonucu ortaya çıkmaya başlamıştır. Böyle olunca da edebiyattaki korku romanında, ağırlık metafiziksel olandan psikolojik, ahlaki olana, hatta Frankenstein’da olduğu gibi, teknolojik olana doğru kaymıştır. Tekinsiz, meşum, lanetli olan, metafiziksel bir alanın içinde, kendi yasalarının gereği hareket etmeyip, insanın akli dünyası içinde, hatta onun katkıları ve yardımıyla ortaya çıkar artık (Bkz. Frankenstein ya da Modern Prometheus). Ama işte, bu yeni tip gotik ya da korku romanında, denetlenemez olanın ortaya çıkması, daha da ürkütücü bir etki yapacaktır; çünkü o artık, başka bir dünyanın, rahatsız edilmediği sürece yerinde kalan denetlenemez varlığı değil, doğrudan akli gerçekliğin dünyasının bir ürünüdür. Bir deney, bilimin imkânlarını küstahça bir Tanrılaşma isteğiyle kötüye kullanmanın ürünüdür. Sonuçta gotik tür ya da fantastik, korku türü, okur için çok daha inandırıcı hale gelecektir; çünkü artık, herhangi bir batıl inancın, akıldışı âleme ilişkin varsayımın etkisi olmadan, fantastik olan kendine doğal bir açıklama bulmuştur; bu da, hâlâ rasyonelliğe büyük bağlılık gösteren bir dünyada (İngiltere’de) önemli bir adım olarak görülmelidir.
Gene de gotik romanın bu iki türünü ya da aşamasındaki ürünleri belirleyici etmen, tekinsiz olandan, denetlenemez, meşum dünyadan gelen cazibe olmalı. Şeytanın cehennemi çukurları, uçurumların karanlık derinlikleri, korkuttukları kadar sonsuz, dinmeyen bir merakın da kuyularıdır. Kaç yüzyıldır en aklı başında insanı bile içine çeken kuyular…
Gotik roman, Otranto Şatosu’ndan sonra, Radcliffe, Shelley’e kadar uzanırken, gittikçe “gotik” özelliğini yitirmeye başladı; mimari, dekorasyon, mekân tümüyle belirleyici olmaktan çıkarken, geriye “korku” öğesi kaldı ve bu korku, Vathek’te olduğu gibi, masalın Şark dünyasına ya da William Goldwin’in Calep Williams’ıyla birlikte daha modern zamanlara taşındı. Bu dönem, büyük duygusal romanın da artık tarihe karışmak üzere olduğu dönemdi; korku romanının içinden, canavarın, tekinsiz olanın peşini bir türlü bırakmadığı “genç kız” da kaybolmaya yüz tutmuştu (Korku sinemasının büyük bir iştahla yeniden türe soktuğu öğe!). Tehdidin hedefi olan genç kızın yerini, romantik kahraman genç adam alacaktı. Tipik romantik (genç) kahramanın öne çıkmasıyla romanların psikolojileri ve tematik yapı daha da karmaşıklaşmıştır. Tipik romantik kahramanın dünyasında edebiyat, dehşetler kabinesi olmaktan ve genç bir kızın acılarının, korkularının, çaresizliklerinin dünyasını anlatmaktan çıkıp meşum ve denetlenemez olanı, dünyayı yorumlamanın bir simgesine dönüştürecek, az önce sözünü ettiğimiz E.T.A. Hoffmann örneğinde olduğu gibi, insan bilincinin derinliklerine, bilinç ötesine doğru yönelecektir.
Bordo - siyah yayınevinden okumuştum, önsöz kısmı bilgilendirici ve ilgi çekici.Ekli dosyayı görüntüle 943
Otranto Şatosu, gotik romanın edebiyat tarihinde kabul görmüş ilk örneğidir. Gotik bir mimari ile birleşmiş labirentlerin ve klostrofobik odaların oluşturduğu bütün, Horace Walpole’ün gotik korku dünyasının temel kurucu öğesini oluşturur. Bu mekân, türde, genellikle bir şato, bir manastır, bir kadınlar manastırı ya da harabelerin içindeki bir zindan olarak karşımıza çıkar. Bu mimari mekân gotik romanın psikolojik entrikalarının geçtiği yer olarak, onların ayrılmaz parçasını oluşturur; akıl dışı, denetlenemez olan, fiziküstü ya da doğaüstü dediğimiz dünyadan gelip bu tekinsiz mekânlarda sadece roman kahramanlarını değil okuru da korkutur.
ÖNSÖZ
Yayınevimizce daha önce yayımlanan ve bilimkurgu edebiyatının öncüleri olarak değerlendirdiğimiz gotik-fantastik romanlara (Ay’a Seyahat, Vathek, Frankenstein) yazdığımız önsözlerde, gerek bir başlangıç sayılabilecek gothic novels’ı gerekse fantastik, korku türlerini bilimkurgunun öncüleri olarak değerlendirmiş, aklın kavrayabildiği alanın ötesinde tekinsiz, meşum, ürkütücü, kavranamaz olanın sularında gezen bu metinleri, “aydınlanma aklının” tanımladığı dünyaya bir tepki, aklın güvenilirliğine duyulan bir kuşku olarak yorumlamıştık. Aydınlanma aklı, toplumun (insanlığın) bütününe yaptığı vaatleri yerine getirme konusunda, bu aklın asıl garantörü olan burjuva sınıfıyla birlikte yetersizliklerini sergiledikçe, burjuvazinin aydınlanmanın ideallerinden bizzat korkar duruma düşmesi, bu korkunun, dışa dönük bir endişeyle tamamlanması da söz konusuydu. 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, “dış” korkusu, bugünün diliyle söyleyecek olursak, bilinçdışının uçurumlarından gelen ürkütücü her şeyle birleşerek burjuvazide, tehdit dolu, iktidarını ve varoluşunu her an sarsabilecek, akılla denetlenemez bir dış ile karşı karşıya olduğu endişe ve duygusunu güçlendirmiş, edebiyatta serüven ve yolculuk temaları yerlerini egzotik, tehdit dolu dünyalara yapılan tehlikeli yolculuk öykülerine bırakmıştır.
Öte yandan, az çok bu yoruma eklemlenebilecek bir başka yorum da, gotik’i, “aydınlanmaya” bir tepki olarak görmektedir. Akıl çağı olan aydınlanma çağı, beraberinde bir tür günah çıkarma ikilemini de getirmişti. Akılcılık dini yerinden etmiş, evreni, sosyal hayatı, özellikle de doğaüstü sayılan fenomenleri açıklamaya yönelirken dinin dogmaları ya da yaradılış mitosları yerine kendi akılcı, bilimsel yöntemlerini koymaya çalışmıştı. Akıl ile akıl dışı olan arasında gidip gelen belirsiz gotik yapıtlar ise, (Kant’ın bilgi teorisinde, hakkında deneyim edinemediğimiz için akla/bize kapalı olduğunu söyleyeceği) huzursuzluk yaratan, endişelendirici, dünyaya, akıl denetimine izin vermeyen tekinsiz bir âleme girme, orada olup bitene ilişkin bir açıklama getirme bakımından, anlaşılır bir boşluğu doldurmuşlardır (Fred Botting).
Tarihin en büyük devrimlerinden birini yapmış, sonra da bu devrimlerin ideallerine ters düşmüş bir sınıfın kendi çelişkileri üzerinden giderek gotik romana ya da fantastik romana ve bilimkurguya bir “giriş” yapmak, bir bakıma, bu türe genel psikolojik bir yorum getirmek, elbette, gotik romanın ya da benzer türlerin içerdiği açılımları tüketmez.
Kamusal Alanın Dönüşümü
Korku ya da fantastik özelliği belirleyici olan sanat ürünleri, sadece edebiyatta değil, resimden günümüzün sinemasına kadar psikanalizin bulunmaz uygulama alanlarını oluştururlar. Elbette bu, ancak geriye dönük bir inceleme olarak mümkün bir uygulamadır. Psikanalizin çeşitli bulguları ya da tezleri, göstergebilimin araçlarıyla harmanlanıp fantastiğin (rüyanın), korkunun (endişenin), ölüm/öldürme dürtüsünün, ensestin, ödipal takıntıların, meşum olanın mıntıkalarında yorumlar ve açıklamalar getirmeye çalışırlar. Bu açıklama girişimlerine, 17.-18. yüzyıl toplumsal hayatına ilişkin tayin edici özelliklerin öykülerdeki, romanlardaki izdüşümlerini, simge, allegori, motif olarak metinlere yansımalarını bulma girişimlerini de ekleyebiliriz. Bunların arasında bizce en ilginç olanı, Alman çağdaş düşünürü Jürgen Habermas’ın, popüler tez metni “Burjuva Kamusal Alanının Yapısal Dönüşümü” çalışmasındaki modelleştirmeye dayanarak gotik roman üzerine yapılmış inceleme olsa gerektir. Habermas, İletişim Yayınları’ndan çevirisi çıkan bu metinde, politik alanın doğuşunu, toplumun kendi içindeki kutuplaşmalarına bağlayarak açıklamaya çalışır. İlkçağ Yunan site-devletlerinden başlayarak, feodal formasyonların üzerinden geçip burjuva kamusal alanının ortaya çıkışına kadar sosyal kutuplaşmaları tanımlayan Habermas’ın modelini, 18. yüzyıldaki haliyle, kamusal alanın bölünmesi olgusunu, Otranto Şatosu’na uygulayan çalışma (Aalborg Üniversitesi, Danimarka, 1998, Carsten Hammer Andersen, Lars Christensen, Mads Orbesen Traest), gotik romanın, kamusal alan kutuplaşmasına nasıl denk düştüğünü incelerken 18. yüzyıl burjuva toplumunun kamusal alanda yol açtığı dönüşümlerin edebiyata, dolayısıyla da Otranto Şatosu’na yansıdığı iddiasını kanıtlamaya yönelmiş. Tez, iddiasını doğrulayarak, gotik romanın bir başka düzlemde de, dönemin sosyal gerçekliğine karşılık geldiğini göstermeye çalışıyor.
Sosyo-psikolojik diyebileceğimiz bir yöntemle gotik romana, özellikle de bu romanın vazgeçilmez mekânı olan şato, kale olgusuna yaklaştığımızda gözümüzü ünlü İngiliz korku yazarı Ann Radcliffe’e çevirebiliriz.
Şato: Kadının Dış Korkusu
Otranto Şatosu’nun yayın yılı olan 1764’te doğmuş olan ünlü İngiliz korku öyküleri yazarı Ann Radcliffe’in (1764-1823) anlatılarında mekân imajlarının, özellikle de şatoların işlevleri üzerine birçok eleştirinin birleştiği görüş, şatonun, 18. yüzyılın orta-sınıf kadınının yaşadığı kapalı, sınırlı hayatın bir göstergesi olduğu şeklindedir. Duvarlarla, çitlerle çevrili olma imajı, kadın yazarların, kadının güçsüzlüğü duygusunun, tekinsiz, kavranamaz, yabancıların cirit attığı bir mekânda yaşama korkusunun yansıması olarak yorumlanır (Sandra M. Gilbert, Susan Gubar). Labirentler ve klostrofobik mekânlar, gotik mimari ile birleşip, Walpole’ün romanından itibaren, gotik roman türünün adeta alameti farikası olmuştur.
“Gotik”: Kavramın Kökeni
Shelley’in Frankenstein romanının, edebiyatın gelişim çizgisi içinde gothic novels’ın bir uzantısı olduğunu, bu İngiliz korku türünün, 18. yüzyılda en gelişmiş aşamasını yaşadığını daha önceki önsözlerde belirtmiştik. Gotik roman, İngiltere’de, 1760’lardan itibaren edebiyat zevkine hitap eden, hatta bu zevki belirlemeye başlayan bir türdü. Geç Ortaçağ’dan gelen gotik üslubun süsleme tarzı, 18. yüzyılın ortasında bir bakıma başka bir alanda, edebiyatta korunmuş, Ortaçağın, Katolik dininin ve batıl inançların kaleleri, şatoları, edebiyat sanatı içinde, aynen postmodernin kendisinden önceki birikimlere yaptığı gibi yağmalanmış, aklı kendine kılavuz edindiğini düşünen “aydınlanmış” bir (burjuva, özellikle de kadın ağırlıklı) okur kitlesinde ürperti, korku ve endişe yaratma yolunda kullanılmıştır. ‘Gothic’ ya da bizim dilimizdeki şekliyle gotik, kimi iddialara göre, 5. yüzyılda İngiltere’yi istila etmiş bir Alman kolunun, Jute’lerin, 17. yüzyılda yanlış bir varsayımla Got’lar olarak özdeşleştirilmelerinden kaynaklanan bir kavramdır. Bu Germen kolunun alabildiğine kaba, vahşi, barbar olduğu anlayışı, gotik’e bu sıfatları yakıştırdığı gibi, 18. yüzyıldaki anlayış, kavrama başka özellikleri de eklemiş; hatta İngiliz politik hayatı geleneğine, hukuku, özgürlüğü ve parlamenter haklar anlayışını sokanlar Got’lar olarak görülmeye başlanmıştır. 18. yüzyılla birlikte gotik barbarlık, zevksizlik, kaba süsleme gibi sıfatlarını unutturup, kibarlık, şıklık, zarafet, serinkanlılık ve duygusallık anlamlarını içermeye başlar. (Bu yeni gotik anlayışı, Almanya’da Goethe’nin Alman Mimarisi ve bir özgürlük oyunu olan Berlichingenli Götz dramasıyla birlikte “Almanya’ya özgü” bir gelişim izlese de, orada ulusal kurtuluş hareketinin düşünceleri ve romantizm ile birleşerek kendine özgü bir yol izler. (E.T.A. Hoffmann çevirilerine sıra geldiğinde, bu konuya bir daha dönmeyi umuyoruz.)
Gotik modasının İngiltere’deki başlatıcısı olarak kabul edilen Horace Walpole, romanına yazdığı önsözlerden de anlaşılacağı gibi, “gotik” sıfatını (en azından ilk baskıda) kullanmaz. 1760 yılında, klasikçi inşa tarzına uyarak Strawberry Hill’deki kırsal villasını “gotik” tarzda yeniden inşa ettirmiş ve içini de buna uygun biçimde döşettirmiş, evini ziyaretçilerin eksik olmadığı bir tür müzeye dönüştürmüştür. Dönemin ilk korku ve ensest ilişki tragedyası olan The Mysterious Mother’ı (Esrarengiz Anne) bu dönemde kaleme almış, oyun, ünlü Alman ozanı ve düşünürü Schiller’i etkilemiş ve Die Braut von Messina (Messinalı Gelin) oyununa esin kaynağı oluşturmuştur. Otranto Şatosu, Walpole’ün ikinci çalışmasıdır.
Romanda, şatoyu ve mülkünü, haksız yere el koyan kişinin elinden alıp gerçek sahiplerine iade etmek için, Walpole, doğaüstü güçleri harekete geçirir.
Gotik öğeler burada, doğaüstü, duyumlanabilir dünyanın ötesindeki güçlerin temsilinde kendini gösterirler (Hayaletler, şeytan ile işbirliği yapan insanlar, kendiliğinden çalan çanlar, vb.). Doğaüstü güçler insanların (akli) dünyasına hâkim olup kendi yasa ve kurallarına göre hareket ettikleri için, denetlenmeleri de güçtür.
Korkunun Kaynağı Değişiyor
Gotik romanın bu ilk versiyonu, çok geçmeden dönüşümlere uğramış, doğaüstü, gerçek anlamda doğrudan varolmak ya da harekete geçmek yerine, kötü niyetli, şeytani bir varlığın hileleri ya da bir kaçığın aracılığıyla, hatta tesadüfi bir etki sonucu ortaya çıkmaya başlamıştır. Böyle olunca da edebiyattaki korku romanında, ağırlık metafiziksel olandan psikolojik, ahlaki olana, hatta Frankenstein’da olduğu gibi, teknolojik olana doğru kaymıştır. Tekinsiz, meşum, lanetli olan, metafiziksel bir alanın içinde, kendi yasalarının gereği hareket etmeyip, insanın akli dünyası içinde, hatta onun katkıları ve yardımıyla ortaya çıkar artık (Bkz. Frankenstein ya da Modern Prometheus). Ama işte, bu yeni tip gotik ya da korku romanında, denetlenemez olanın ortaya çıkması, daha da ürkütücü bir etki yapacaktır; çünkü o artık, başka bir dünyanın, rahatsız edilmediği sürece yerinde kalan denetlenemez varlığı değil, doğrudan akli gerçekliğin dünyasının bir ürünüdür. Bir deney, bilimin imkânlarını küstahça bir Tanrılaşma isteğiyle kötüye kullanmanın ürünüdür. Sonuçta gotik tür ya da fantastik, korku türü, okur için çok daha inandırıcı hale gelecektir; çünkü artık, herhangi bir batıl inancın, akıldışı âleme ilişkin varsayımın etkisi olmadan, fantastik olan kendine doğal bir açıklama bulmuştur; bu da, hâlâ rasyonelliğe büyük bağlılık gösteren bir dünyada (İngiltere’de) önemli bir adım olarak görülmelidir.
Gene de gotik romanın bu iki türünü ya da aşamasındaki ürünleri belirleyici etmen, tekinsiz olandan, denetlenemez, meşum dünyadan gelen cazibe olmalı. Şeytanın cehennemi çukurları, uçurumların karanlık derinlikleri, korkuttukları kadar sonsuz, dinmeyen bir merakın da kuyularıdır. Kaç yüzyıldır en aklı başında insanı bile içine çeken kuyular…
Gotik roman, Otranto Şatosu’ndan sonra, Radcliffe, Shelley’e kadar uzanırken, gittikçe “gotik” özelliğini yitirmeye başladı; mimari, dekorasyon, mekân tümüyle belirleyici olmaktan çıkarken, geriye “korku” öğesi kaldı ve bu korku, Vathek’te olduğu gibi, masalın Şark dünyasına ya da William Goldwin’in Calep Williams’ıyla birlikte daha modern zamanlara taşındı. Bu dönem, büyük duygusal romanın da artık tarihe karışmak üzere olduğu dönemdi; korku romanının içinden, canavarın, tekinsiz olanın peşini bir türlü bırakmadığı “genç kız” da kaybolmaya yüz tutmuştu (Korku sinemasının büyük bir iştahla yeniden türe soktuğu öğe!). Tehdidin hedefi olan genç kızın yerini, romantik kahraman genç adam alacaktı. Tipik romantik (genç) kahramanın öne çıkmasıyla romanların psikolojileri ve tematik yapı daha da karmaşıklaşmıştır. Tipik romantik kahramanın dünyasında edebiyat, dehşetler kabinesi olmaktan ve genç bir kızın acılarının, korkularının, çaresizliklerinin dünyasını anlatmaktan çıkıp meşum ve denetlenemez olanı, dünyayı yorumlamanın bir simgesine dönüştürecek, az önce sözünü ettiğimiz E.T.A. Hoffmann örneğinde olduğu gibi, insan bilincinin derinliklerine, bilinç ötesine doğru yönelecektir.